...MAKALELER
Türk-İslâm kültür ve medeniyeti ile ilgili önemli makaleleri sizinle paylaşıyoruz...

"Ehl-i Hadis ekolünün en önemli temsilcilerinden büyük bir muhaddis ve fakih olan Buhârî ile ilgili ilmî müzakere ve çalışmalar genellikle onun fıkhî ve itikâdî görüşleri merkezinde cereyan etmişken, bugünlerde kimi araştırmacılar onun etnik kökeni hakkında da dikkat çeken açıklamalara kapı aralamaktadır. Buhara’da doğan ve "Türkistan" tabir edilen Horasan, Nişabur gibi Türk yurtlarında yetişip büyüyen ve Merv, Belh, Basra, Kûfe, Bağdat, Humus, Mısır, Dımaşk, Mekke, Medine gibi pek çok ilim merkezinde ilmî faaliyetlerine devam ettikten sonra ömrünün sonunda yine baba ocağı ve ata yurdu Buhara’ya dönen ve hemen yakınlardaki Hartenk’te vefat eden Buhârî’nin Türk asıllı olmasını en uzak ihtimal olarak gören ve akla en yakın ise Acem/Fars olma ihtimalinin olduğunu değerlendiren bu görüş sahiplerine göre bunun delili onun ataları arasında bulunan Mecûsî asıllı birinin bulunmuş olmasıdır..." Devamı

“…Bir genci cumhuriyet, vatan, milliyet hisleriyle aşılamak bir şair için az mı zevk verir? ...Ey milletin necip çocukları! Milletin dertlerini âhirette mi terennüm edeceksiniz? Şair demek mutlaka hevâiyatçı mı demektir? Hani hamâsî genç şairlerimiz? Hani mefkûreci ve ateşli arkadaşlarımız? …Garbı taklit edecekseniz, onun hayalperest, başıboş, çıplak muharrirlerini ve şairlerini değil, faziletkâr, vatansever düşünür, edip ve şairlerini taklit ediniz...”

"Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu buhran dolu yıllarda yetişmiş olan büyük fikir adamı Hasan Basri Çantay, son derece geniş bir İslâm kültürüne sahip bir ilim adamı ve kahraman bir mücahittir. Kendisi aynı zamanda İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’u millî marşımızı yazmak için ikna eden kişi olarak bilinmektedir. Çantay vatan ve millet sevgisiyle yanıp tutuşan bir âlim olmakla birlikte, aynı zamanda savaş dolu yılların getirdiği bitkinlik ve tükenmişlik içerisinde tembel bir şekilde köşesine çekilen, kendisini çevreleyen yakın tehlikenin farkında olmayan şuursuz halk kitlelerini uyarmayı da vazife edinmiş ve bu uğurda adeta gözüne uyku girmemiştir. Onun ve arkadaşlarının giriştikleri azimli mücadele sayesinde bizler bugün onlara göre çok daha rahat ve huzurlu bir vatan toprağı üzerinde yaşayabilmekteyiz...." Devamı

"İSLÂM GARİP BAŞLADI…” HADİSİNE ORİJİNAL BİR BAKIŞ AÇISI GETİREN MEHMET FEYZÎ EFENDİ’NİN PEYGAMBERLİK ve SÜNNET ANLAYIŞI"

“İslâm garip olarak başlamıştır, başladığı gibi tekrar garipliğe dönecektir; gariplere ne mutlu!” şeklinde nakledilen ve muteber hadis kaynaklarında oldukça yaygın olarak yer alan hadis, genellikle hep olumsuz bir algı bırakmış ve İslâm dininin gittikçe zayıflayıp, kıyamete yakın garip bir hale dönüşeceği, başladığı gibi zayıf bir halde sona ereceği şeklinde anlaşılmıştır. Ne var ki, hadis metninin sonunun “Gariplere ne mutlu!” şeklinde bitiyor olması, ortada üzülmeyi gerektirecek bir durum olmadığını ifade etmektedir. İşte Mehmet Feyzî Efendi de bu hadis hakkında oldukça olumlu bir bakış açısı geliştirmiş ve bundan müsbet bir anlam çıkarmıştır. Buna göre, hadis metninde yer alan “garip”; "benzerleri arasında eşsiz (adîmü’n-nazîr)" anlamına gelmektedir ve bu da İslâm’ın tıpkı başladığı gibi eşsiz ve benzersiz olarak sona ereceğini ifade etmektedir. Bu çalışmamız, “Kur’ân’ın, ehâdîs-i Nebeviyye’nin ve ulemânın irşâdından başka çâre yoktur.” diyen ve hayatı boyunca Kur’ân ve Sünnet’e bağlı bir hayat süren Mehmet Feyzî Efendi’nin Peygamber ve Sünnet anlayışını da ortaya koymak suretiyle onun bu konulardaki kendine has bakış açısını tespit etmeyi amaçlamaktadır. Yazının devamı

Mehmet Feyzi Efendi: “Her Arefe günü bu fakir, İslâmiyet lehinde bir fütûhât hissediyorum. Hiç olmazsa onların (kâfirlerin) bazı entrikaları akim (sonuçsuz) kalıyor. İnşallah bu defa da perişaniyetleri vardır. Zaten Allah Teâlâ buyurdu: “Bugün (kâfirler) sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun! Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” “…İslâm dinini bütün edyân içinde intihâb, ihtiyar ettim, buyurur. Eğer tabir câizse o gün bir kemâl günü, yevm-i kemâl, yevm-i tamam, yevm-i intihâbdır. O bir nokta, mesned oluyor. Şimdi oradan bir pergel çevirelim; şöyle sahâbe devri, tâbiîn devri… Artık Emevîlerin, Abbâsîlerin ve şanlı Türklerin devri... Gele gele şimdi şu güne kadar geldik. Fakat seyir “amûdî” (dikey) değil dairevî, kürevî. Henüz daire kapanmamıştır. "Ve lâkin rasûle'l-lâhi ve hâteme'n-nebiyyîn" sırrıyla bu daire madem kapanmamıştır, pergel ikmâl edecek. Daire, daire olacak. Mebde ile müntehâ ittisal ettiğinde, daire tamam olur ve illâ, eksik olur, daire noksan kalır. Öyle bir hal olacak ki, inşaallahu teâlâ, mebde ile müntehâ arasında bir mümâselet oluşturacak. Hem mebde, hem müntehâ birleşecek…” Yazının devamı

"Hz. Peygamber’in (s.a.) daha çok beşerî yönünü ilgilendiren ve bedenî/fizikî özelliklerinden bahseden rivayetler genel olarak şemâil diye isimlendirilmiş ve bunlar öteden beri hilye adı verilen metinler halinde tablolaştırılarak nadide sanat eserlerine dönüştürülmüştür. Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönem içerisinde sahabe-i kiram, küçüğüyle büyüğüyle ve imkânları ölçüsünde Rasûlullah (s.a.) ile görüşme ve konuşma imkânına sahiptiler. Bu anlamda onlardan her biri çeşitli zamanlarda onunla bir araya gelmişler ve onun gerek “kâliyle” gerekse “lisan-ı hâliyle” yapmış olduğu sohbetlerden istifade etme imkânı elde etmişlerdir. Zaten Hz. Peygamber de onların gözlerine ve gönüllerine hitap eden bir lider konumundaydı. Rasûlullah’ı hem fizîken görmek hem de onun anlattıklarından istifade etmek isteyenler fırsatını düşürdükçe onun yanına gelirler ve manevî açlıklarını giderirlerdi. Bu esnada onlardan herhangi birinin Rasûlullah’ın fizikî ve bedenî özelliklerini yani şemâilini birbirlerine anlatmalarına pek de ihtiyaç yoktu; zira sahabeden herkes bir şekilde Rasûlullah’ı zaten gözleriyle görüyorlar ve onun bedenî ve fizikî hallerini müşahede ediyorlardı. Bu tür bir ihtiyaç belki uzak mesafelerde ikamet eden ve Hz. Peygamber’i sürekli görme şeref ve imkânından mahrum sahâbîler veya onların aile fertleri için söz konusu olabilirdi ancak her hâlükârda -teorik planda da olsa- onların bile içinde bulundukları şartları zorlayarak Hz. Peygamber’in yanına gelme imkân veya ihtimalleri vardı. Buna karşılık Rasûlullah (s.a.) vefat edip de sahabe-i kiramın arasından bedenen ayrıldığında bu imkân ve ihtimal bütünüyle ortadan kalkmış oldu." Devamı

“Türk-İslâm Davasının Büyük Mütefekkiri Mehmet Feyzî Efendi (ö. 1989) ve Türk Dünyasına Birlik Reçetesi: İslâmiyet Ruhumuz, Türklük Bedenimizdir.”

"...Mehmet Feyzi Efendi’de dînî ve millî kimlik birleşmiş, adeta ayrılmaz bir bütün teşkil etmiştir. Onun bu kimliğinin tabii bir neticesi olarak kendisi, Türk ve İslâm dünyasının problemlerine de bir bütün halinde bakmış; dinî ve millî değerlerin birlikte yaşatılması gerektiğini hayatı boyunca ısrarla dile getirmiştir. Onun tespitlerine göre “mefâhir-i dîniyye, mefâhir-i milliyye ve sadâkat-i vataniyye” denilen üç değere birden sahip çıkılması gerekmektedir. Yani dinî değerlere, millî değerlere ve vatana birlikte sahip çıkarak, bu üçlünün ayrılmasına aslâ müsaade edilmemelidir.Çünkü bu üçü bir arada oldukça onulmayacak, tedavi edilmeyecek hiçbir yara ve hastalık yoktur. Bu demektir ki, bugün karşı karşıya kaldığımız problemlerin ana sebebi, “üçlü sac ayağı” diyebileceğimiz “din, milliyet ve vatan” ile ilgili konularda gösterdiğimiz zaaf ile bunların parçalanması ve adeta birbirlerine düşman gibi gösterilmesidir..." Devamı