“Bu sebepten «millî devlet», kendi mensuplarını «sahipsizlik duygusuna» düşürmemek zorundadır. Bütün kadro ve teşkilatı ile mazlumun, mağdurun, haksızlığa uğrayanın, ekonomik, sosyal tehlikelere maruz kalan kimselerin, hasta ve kimsesizlerin yaralarına merhem olmalı, tam bir «devlet baba» sorumluluğu ile kendini, «Dicle kenarında, otlarken kaybolan keçisine ağlayan fakirin» koruyucusu saymalıdır. Bütün dilim ve tabakaları ile milletini bağrına basmayan, milletini tam bir aşk ve romantizmle sevmeyen kadrolar «devlet idaresine» talip olmasınlar... Çünkü onlar, yalnız insanlarda «sahipsizlik duygusu» uyandırmakla kalmazlar, yabancı devletlerin ve düşman teşkilatların, millete «sahip çıkma iştihasını» kabartırlar. Hizmet makamları, tatlı ve aziz canları iç̧in rahatlık ve refah arayanlara değil, o makamları, «din ü devlete, mülk ü millete» hizmet için «ateşten gömlek» gibi giyen «alperenlere» verilmelidir.
Koltuk düşkünü, kendini satmaya hazır menfaat kadroları iş başına gelirse ne olur? Ü̈lke ve millet sahipsiz kalır, mazlumlar, mağdurlar, muzdaripler çoğalır, anarşi baş gösterir, «sahte sahipler» piyasayı doldurur, «düşman kuvvetler» sahiplik iddiası ile meydana çıkar. Sahipsizlik duygusuna kapılmış mazlum ve mağdurlar «ihkak-ı hak» için dağlara çekilir ve Köroğlu’nun şu kıtasındaki gibi seslenir: «Hemen Mevlâ ile sana dayandım; Arkam sensin, kal’am sensin dağlar... Hey!
Senden başka yoktur kolum, kanadım; Arkam sensin, kal’am sensin dağlar, hey!»
Türk-İslâm ülküsü; bütün Türk milletini, müşfik, âdil, merhametli ve otoriter bir «baba» gibi bağrına basan «Millî devlet» şuuruna bağlıdır ve bunun gerçekleşmesi için savaşan kadroların yetişmesini ister.” (I, 120-121)