...EROL GÜNGÖR

Türk Kültürü  ve İslâm

Erol Güngör’e göre Türk kültürünün Cumhuriyet öncesini düşünürsek, onunla Batı-Hristiyan kültürü arasında daha önce zikri geçen kültürel hayatla ilgili meseleler bakımından büyük benzerlik olduğu görülür:

“Batı nasıl Hristiyan kültürünün beslediği eserleri vermişse, biz İslâm kültür ve medeniyetine dâhil olduğumuz için o kültür içinde yer alan eserler yaratmışızdır. Türkler’in 10. asırdan itibaren ortaya çıkardıkları her eseri, İslâm kültürü içinde bir yere oturtmak, o kültür içinde izah etmek mümkündür. Bizde en ileri gitmiş edebiyat formu olan şiirimize dikkat edilirse, buradaki mazmunların pek çoğunun başta Kur’an ve Peygamber sözleri olmak üzere İslâm medeniyet dairesinin ortak kaynaklarına dayandığı görülür. İslâm’a müracaat edilmeksizin bu eserleri anlamaya imkân yoktur. Bunlarda İslâm’ın insan görüşü dile getirilmiş, İslâm’ın temel değerleri işlenmiş, İslâm’a ait olaylar ve mitoloji kullanılmış, kısacası Türk-İslâm kültürünün tipik örnekleri verilmiştir. Burada da İslâm’ı kullanan eserlerin mutlaka dini mahiyette olması gerekmiyordu; konusu doğrudan doğruya din olanların yanısıra, din dışı -lâdinî- eserler de ortak kültür ve medeniyette İslâm’ın büyük yeri dolayısıyla, dinî motiflerle dolmuştur.

Ancak, Erol Güngör’e göre günümüzde Türkiye’de ortak bir kültür yoktur. Türkiye henüz belli bir medeniyet dairesinin üyesi de olmuş değildir. “Basitçe söyleyecek olursak, Türkiye şimdi Batı kültürüne girememiş, İslâm kültüründe de kalamamış, bir medeniyet ve homojen bir kültürü olmadığı için, edebiyatının da bir kaynağı yoktur.” Ona göre Türkiye’de özellikle uydurma dil cereyanının başından bu yana meydana getirilmiş edebiyat eserlerinin belirli bir kültür içine yerleştirilmesi, yani “teşhis edilebilmesi” adeta imkânsızdır. Bu hüviyetsizlik hem solda sayılan, hem de sağda kabul edilen eserlerin çoğunluğu için ortak bir özellik halindedir.

Erol Güngör’ün değerlendirmelerine göre Türkiye’de Batı kültürünün tesiri ile ve o çevrede sayılmak üzere yazılmış eserlerde iki ana istikamet görülmektedir ki, bunlardan birincisi genel olarak “ilerici” ve “modern” sayılan temaları işleyen ve Türkiye’de kendilerini Avrupalı gören, onlar gibi görünerek şöhret ve itibar kazanmak isteyenlerin oluştuduğu eserlerin yolu olup, “yakın zamanlarda ortaya çıkmasıyla batması bir olan “bunalım edebiyatı” böyle bir muhtevasız özentinin tipik bir örneği mahiyetinde, Batı’da belli bir cemiyet yapısının ve belli bir düşünce gidişinin sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan Egzistansiyalist sanatın bambaşka bir ülkede, bambaşka problemler ve düşünceler ortasında aşılanması çabası olarak bir gevezelik dalgası halinde geçip gitmiştir.

Ona göre ikinci taklit hareketi ise Marksist edebiyat cereyanıdır. Batı’da gerek fikir gerekse edebiyat olarak kıymetli örnekleri bulunan Marksist edebiyat da tıpkı Egzistansiyalizm gibi asıl mahiyetini değiştirmiş ve zengin düşmanlığı, din düşmanlığı gibi doğrudan doğruya Marksizm’in ayırdedici özelliği olmayan ilkel temalar etrafında kalmıştır.

Yine Batı’dan aktarılmaya çalışılan Hümanizm ise aynı şekilde bir grup Marksist ile bir grup klasik çağ hayranı arasında hem şeklini hem muhtevasını kaybetmiş bulunmaktadır. “Birinciler insanlık idealine ulaşmanın insanların yarısını boğazlamakla gerçekleşeceğine inanıyorlar, ikinciler ise klasik çağ Yunan mitolojisinin evrensel beşeri değerlerin kaynağı olduğunu düşünüyorlar.

Erol Güngör’e göre muhteva olarak yerli olmak isteyenler de kendilerini sağlam ve köklü bir geleneğe dayandırmış değillerdir. Yerli eser vermek isteyenler bile, tıpkı Marksistler gibi, değerlerden ziyade görüntülerle uğraşmaktadırlar. Millî kültürün motiflerini işlemek isteyen bir yazar, bu kültürün prensiplerinin yaşanan hayatla ilgi noktalarını bulmalı, hayatımızın problemleri karşısında millî kültürümüzün verdiği çözüm yollarını tartışmalıdır. Hâlbuki bizde millî kültürün daha çok “geçmişe hasret duymak” veya geçmişi diriltmek, devam ettirmek gibi sosyolojik manada bir “gelenekçilik” halinde kullanıldığı görülmektedir. Çünkü millî kültürün daha çok tarih halinde kullanılması, bizim o kültüre tamamıyla sahip olmadığımızı, aramızda organik olmaktan ziyade bir duygusal bağ bulunduğunu gösterir.

“Yeni nesiller bir İslâm kültürü ortamında yetişmediler, yetişmeleri için gerekli imkânlar zaten ortadan kaldırılmış bulunuyordu. Onlar İslâm’ı ancak gençlik çağlarında bir tarihi vak’a olarak keşfettiler. Kendilerini o kültürle özdeş görüyorlar, onu yeni Türkiye’nin kültürel hüviyet ve şahsiyet kazanmasında başlıca kaynaklardan biri olarak kullanmak istiyorlar, ama bu kadar istedikleri şeyi kendi benliklerine layıkıyla sindirmiş değildirler.”

Bununla birlikte Güngör’e göre, Türkiye’de çok defa resmi yollardan yapılan bütün engelleyici teşebbüslere rağmen İslâm dinini ilim bakımından inceleyebilecek ve bir fikir hareketi yaratabilecek nesiller yavaş yavaş yetişmektedir. Aynı şekilde İslâm’ı bütün benlikleriyle kavramak isteyen, bu yolda duygusal hazırlıkları bulunan sanatçı grupları da vardır. Yalnız, ona göre İslâmî edebiyat deyince sadece İslâm tarihinin olaylarını ve insanlarını ele alan edebiyet eserleri veya din konularında eğitici, öğretici eserler anlaşılmamalıdır.

Hiç şüphesiz, Peygamberin veya bir din ulusunun hayatını anlatan bir roman da İslâmî edebiyat içine girer; ancak İslâmiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. ... Bugünün insanı bugünün problemleri karşısında İslâm’la yüzyüze gelmelidir. ...Ahlâk eylemi, o eylemin sahibi olan insanın dinamik hayatı içinde bir mana kazanır. ...Ahlâkı yüceltmek isteyenler, onu realiteye aksettiği haliyle kavramak zorundadır. İşte romanın avantajı buradadır, o bizi ahlâk kaidesi ile ahlâki eylem arasındaki yolda yakalayarak içimize bir ayna tutar. Bu açıdan bakılınca, belli bir ahlâk sisteminin telkin edilmesini hedef tutan romancıların mutlaka mekanik kısırlığa düşmeleri şart değildir. Bir dinin kıymetlerini işlemek, onları reçete gibi sunmak manasına gelmez. Romancının asıl halletmesi gereken mesele, bu gibi kıymetleri işlemenin kendisini gözden düşürebileceği şeklindeki aşağılık duygusundan kurtulmaktır.”

Erol Güngör’e göre gerçekte böyle bir edebi çığır genel bir fikri uyanış içinde açılabilir ki, aslında Türk sanatçısı bu konuya tamamen yabancı sayılmaz, çünkü son elli yıllık modernleşme çılgınlığının henüz dejenere edemediği hayat kesimlerinde İslâm bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Bütün mesele sanatçı aydınların İslâm’a yönelmekle kendilerine, önlerine açılacak zenginlikleri farketmeleridir. Türkiye’de bu zenginlik vardır ancak elini atacak insanları beklemektedir.

(Kaynak: Yazgan, Tahsin, Bozkırın Mefkûresi Erol Güngör (Din ve Toplum Anlayışı), s. 124-128)

İslâm  ve Milliyetçilik

Erol Güngör’e göre İslâm âleminde İslâm birliği ile Milliyetçilik hareketleri aynı zamana rastlar ki, her iki hareket başlangıç yıllarında Batı’ya bir tepki olarak ortaya çıktığı için, Milliyetçilik ile İttihad-ı İslâm fikri veya Hilafet siyasetinin birbiriyle çatışmadan, hatta bazan biribirini destekler mahiyette cereyan ettiği görülmektedir. Ona göre Osmanlı’nın yıkılış yıllarına kadar İslâmcı politikalar daha tesirli olurken, İmparatorluğun dağılmasından sonra Milliyetçilik gitgide kuvvet kazanarak, çağımızdaki gelişmelerin dünyanın her yerinde yaydığı bir duygu olarak, İslâm ülkelerini de sarsmıştır. Ona göre İslâm dini üniversal bir din olmak itibariyle insanlar arasında ırk, soy, sosyal sınıf vs. farkları gözetmez ve bütün insanlara hitap eden bir dinin başka türlü bir tavır takınması da beklenemez. Fakat insanların gerek fert, gerekse kavim olarak Allah’ın nazarında eşitliği, ona göre bunlar arasında farkların bulunmadığı veya bu farkların tanınmadığı anlamına gelmez.

“Kur’an’da insanların “birbirlerini tanımaları için şu’beler ve kabileler halinde” yaratıldıkları bildiriliyor. Bu bizim anladığımız kadarıyla “kültürlerin farklılığı ve çokluğu” demektir ki, medeniyetin gelişmesi, hatta bizzat insan soyunun gelişmesi bakımından son derece önemli bir vakıanın ifadesidir. Ancak İslâmiyet insanların falan veya filan soya mensup olmakla diğerlerine üstünlük iddiasını yasaklamaktadır. Bu açıdan İslâmiyet’te “kavmiyetçilik” yoktur. Milliyet duygusunun temel özelliği ayırdedici olmasıdır, yani insanlar başka cinsten ve kültürden kimselerle karşılaştıkları ölçüde bu duygu sözkonusu olur. Millî hasletlerin bozulması veya kaybolması tehlikesi bu duyguyu büsbütün kamçılar. Nitekim müslüman Araplarda da müslümanlığın dışında bir Arap milliyetçiliği, onların başka kavimlerle iyice karşılaşmaya, ana yurtlarından uzaklara yayılmaya başaldıkları zamana rastlıyor.”

Ancak Erol Güngör’e göre hâkimiyetin Türkler’e geçmesinden sonra, Türkler’de Araplardakine benzer bir milliyetçilik olayı görülmemiştir. Türkler’de, ilk halifelerin devrindekine benzer bir İslâm anlayışı vardı ve kendi soylarından olmayanlara karşı hiç değilse teorik bir ayrıcalık gözetmemişlerdir.

Diğer taraftan ona göre İslâm medeniyetinin üç büyük unsuru olan Araplar, Türkler ve İranlılar ortak bir medeniyetin ve inancın içinde birlikte yaşamakla birlikte, birbirinden ayırdedilebilen ve gerçekten de ayrı görünen milletler halinde yaşıyorlar ve bu ayrılık İslâm açısından göze batmıyordu, çünkü İslâmiyet’in insanları tek bir millet haline getirme şeklinde bir davası yoktu:

“İslâmiyet’in millî statükoları kabul edişinin en büyük delillerinden biri de İslâm hukukunun örfe büyük ölçüde yer vermiş olmasıdır... Şu halde millî hüviyetlerin varlığı ve devamı sosyolojik gerçeklere uygun düştüğü gibi, İslâm ile herhangi bir uzlaşmazlık halinde de değildir. Modern milliyetçilik hareketleri ortaya çıkmadan önce İslâm âleminde millî farklar devam ederken aynı zamanda ümmet dayanışmasının mükemmel örnekleri verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu böyle bir İslâmî devlet idealinin şimdiye kadarki en gelişmiş nümunesidir.”

İslâmcılık  ve Milliyetçilik Akımları

Erol Güngör’e göre Osmanlılar, siyasî üstünlükleri devam ettiği müddetçe, ayrıca Halifelik’e dayanan bir nüfuz elde etmeye çalışmamışlardır; zira bu dönemlerde böylesine bir ihtiyaç duyulmamakta idi. İlk defa Batılı devletler tarafından müslüman unsurların Osmanlı aleyhine tahrik ve teşvik edilmeye ve devletin bunlara karşı başka yollardan yeterli karşılık verme imkânı kalmadığı zamanlardadır ki, Hilafet politikası Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından biri haline gelmiştir. Ayrıca devletin resmen takip ettiğ bu politikanın yanısıra, ancak ondan bağımsız bir şekilde, İslâmcılık cereyanının ortaya çıkışı da aynı zamana rastlar.

Ona göre müslümanların tek devleti yavaş yavaş paylaşılıp, devletin sınırları dışındaki müslüman toprakları da birer birer sömürge haline gelirken, devletin sınırları ve İslâm dünyasının kaderi bir olmuş ve bu manzara karşısında Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid, üzerinde taşıdığı Halifelik sıfatının sahip olduğu potansiyeli kullanmayı düşünmüştür.

“Fakat mesele sadece Osmanlı-Türk devletinin ayakta kalması değil, bütün İslâm dünyasının esaret ile hürriyet arasında bir yol seçmesi meselesiydi. Bu yüzden II. Abdülhamid’in Hilafet siyaseti ile, bu meseleyi sırf İslâmiyet ve İslâm milletleri açısından ele alan müslüman aydınların görüşleri bir noktada birleşti ve bu görüşler İslâm dünyasında tesirleri zamanımıza kadar devam eden geniş dalgalanmalara yol açtı. Tarihte Pan-İslâmizm veya İttihad-ı İslâm adıyla bilinen hadisenin kaynağı budur.”

Diğer taraftan Erol Güngör’e göre bu dönemde İttihad-ı İslâm fikrinin en önemli ve belki ilk sahibi sayılabilecek olan ve İslâm modernizminde en büyük simalarından kabul edilen Cemaleddin Afganî ortaya çıkmıştır ki, bu şahıs, İslâm ülkelerinin modernleşmesi için, öncelikle her müslüman ülkenin kendi başına kuvvet kazanması, sonra da aralarında kuvvetli ittifaklar kurmaları gerektiği şeklindeki fikirleri itibariyle, İslâm milletleri arasında Milliyetçiliğin de başlıca temsilcilerinden sayılır. “Fakat o bütün İslâm âleminin kurtuluşu fikrinden hareket ettiği ve hedefi de kuvvetli bir İslâm dünyası olduğu için, II. Abdülhamid ile yakın münasebet kurmuş, onunla birlikte aynı zamanda İttihad-ı İslâm ve Hilafet politikasının şampiyonluğunu yapmıştır.

Buna karşılık ona göre II. Abdülhamid zamanında gerek İttihad-ı İslâm, gerekse İmparatorluk içindeki unsurların ittihadı konusunda söz söyleyebilecek pek çok kimseler, padişahın mutlakiyetçi rejimine ve iç politikasındaki bir takım noktalara muhalif oldukları için, onu teyid edici ve destekleyici yayınlar yapmaktan kaçınmış olup, İkinci Meşrutiyet İslâmcıları ise, İslâm ittihadını hiçbir zaman siyasî bir mesele olarak ele almamışlardır.

“II. Abdülhamid’den sonra İslâm dünyasının tek devleti olan Osmanlı İmparatorluğu da süratle dağılma ve parçalanma yoluna girmiş, bu çöküntünün yarattığı moral bozukluğu, İslâm aydınlarında siyasî yoldan bir kurtuluş ümidi bırakmamış görünüyor.” ...

“İslâm ittihadı fikri II. Abdülhamid ile başlamış, ondan sonra II. Meşrutiyet zamanında devam etmiş ve nihayet 1924 yılında, hiç değilse Türkiye bakımından sona ermiştir. Bu fikir Meşrutiyet’in İslâmcı aydınları tarafından işleniyor ve günün gerçeklerine uyduğu için büyük bir kuvvet teşkil ediyordu. Devlet teokratik olmasa bile resmen ve fiilen müslüman devleti idi ve İmparatorluk halkını bir millet birliğine kavuşturmak için kullanılabilecek en büyük dayanak İslâm dini idi; çünkü en yaygın ve en kuvvetli birleştirici unsur o idi.”

Ancak Erol Güngör’e göre 19. yüzyıl başından itibaren bütün dünyayı saran milliyet fikri ve millî devlet ideali bu birliği gitgide sarsmış, nihayet İslâm âlemi şimdiki manzarasını kazanmıştır. Bununla birlikte, ona göre başlangıçta Türkçüler, Türk birliğinin bir bakıma İslâm birliği demek olduğunu düşünüyor veya en azıdan Türkçülük fikrinin İslâm dayanışması konusundaki kuvvetli duygulara aykırı düşmesinden kaçınıyorlardı. Ona göre Ziya Gökalp’ın 1918’de İslâm ittihadı hakkında bir nevi “İslâm konfederasyonu” şeklinde ortaya attığı görüş, esas itibarıyle Cemaleddin Afganî’ye ait olup, o dönemde bütün milliyetçi çevrelerde tesirli olmuş ve daha sonra Ankara’da kurulan Cumhuriyet hükümetinin ileri gelenleri de bunu benimsemişlerdir.

“Gökalp; İslâm ittihadını her yıl toplanan bir “müderrisler kongresi” olarak düşünüyordu; bütün İslâm ülkelerinin âlimleri biraraya gelerek İslâm’ın kültürel meseleleri hakkında kararlar alacaklar, yayınlar yapacaklar, böylece İslâm ümmeti uyanık bir dimağa sahip olacaktır.”

Ne var ki, Erol Güngör’ün ifadesiyle bu dönemde İslâm birliğinin Avrupa karşısında çözülüp dağılmasından korkanlar, milliyetçiliğin İslâm’a aykırı olduğunu iddia etmişler, İmparatorluğun dağılma sürecine girdiğini anladıktan sonra ise kavmiyet aleyhine oldukları için, reddettikleri millî devlet davası karşısında bir başka millî devleti tutamayacak olmaları nedeniyle, herkesi tatmin edecek bir İslâm devleti arayışı içine girmişlerdir ki, Osmanlı’yı, hatta İslâm birliği için en büyük gayretleri sarfeden, Pan-İslâmist ideolojinin şampiyonu olarak tarihe geçen II. Abdülhamid’i bile tasvip etmiyorlardı.

Böylece, İslâm birliğini korumak ve geliştirmek isteyenler, kendi devletleri dâhil olmak üzere bütün millî devletlere yabancı gözüyle baktılar. Fakat onları tatmin edecek bir model yoktu ve şimdiye dek hiç olmamıştı. Çoğunun hep Asr-ı Saadet’ten söz etmeleri bu tatmini Peygamber zamanında aradıklarını hatırlatmaktadır.”

Diğer taraftan Erol Güngör’e göre Osmanlı’nın dağılmasından sonra Türkiye, “bu mirası taşıyamıyacağına dair beyanda bulunmaması halinde, kendisine tanınan müstakil devlet statüsünün dahi tehlikeye girmesi” riski karşısında, bu parçalanan topraklar üzerindeki bütün iddialarından vazgeçmiş ve millî bir devlet hüviyetine bürünmüş, bu arada Arap devletleri de doğrudan veya dolaylı yoldan Batılıların idaresine geçtikleri için, onlardan da İslâm birliği doğrultusunda politikalar bekleyecek bir durum kalmamıştır.

Bu devletlerin hudutlarının galip devletler ve özellikle İngiltere tarafından çizildiği doğrudur; bunların Osmanlı birliği içindekinden daha mesut ve müreffeh olmadıkları da söylenebilir. Fakat bu ayrı ayrı kuruluşların son yüzyılın kompleksi haline gelen milliyetçilik duygularını tatmin ettiği muhakkaktır.”

Güngör’ün Milliyetçilik hareketlerinin zamanla gelişmesine, özellikle de Arap milliyetçiliği hakkındaki tesbitlerine gelince, ona göre Osmanlı devrinin sonlarında Arap milliyetçiliği, çok eski devirlerdeki Arap kavmiyetçiliğinin adeta bir devamı halinde, idareci zâdegân tabakasında mevcutken, ancak istiklal için emrine girdikleri Avrupalı devletlerin oralarda bir sömürge idaresi kurmasından sonradır ki, Araplar’da milliyetçilik bir sosyal cereyan olarak gelişmeye başlamıştır.

(Kaynak: Yazgan, Tahsin, Bozkırın Mefkûresi Erol Güngör (Din ve Toplum Anlayışı), s. 178-184)